Kişinin kendisini yıpratan, kısıtlayan, kendisine saygı duyulmayan ve gerek fiziksel gerek sözlü şiddet gösterilen bir ilişkinin içerisinde ısrarla kaldığı; kendisini ezene karşı sempati duyduğu, olayları kendi bakış açısından ziyade zorba/ezen kişinin bakış açısından değerlendirdiği durumlar; muhtemelen hepimize tanıdık gelen, bizzat yaşamasak bile şahit olduğumuz bir dizi sağlıksız davranış ve ilişki örüntüsüdür. Bu örüntüler bize Stockholm Sendromu’nu anımsatır.

Stockholm Sendromu

Stockholm Sendromu, adını 1973’te İsveç’in Stockholm kentinde yaşanan bir banka soygunundan alır. Soyguncu, rehin aldığı dört banka görevlisini altı gün boyunca bankada alıkoyar ve süreç içerisinde rehinelere çok da kötü davranmaz. Bu altı günün sonunda söz konusu rehinelerin soyguncuya karşı olumlu düşünceler geliştirdiği görülür. Öyle ki süreç sonrası soyguncunun avukat masraflarını dahi karşılarlar. Daha da ilginci rehineler arasında bulunan bir kadın, daha sonraki süreçte soyguncuyla evlenir.
Peki neden böyle bir durum yaşandı? İnsanlar kendilerini alıkoyan ve özgürlüklerini kısıtlayan birine karşı nasıl olumlu duygular beslemeye başladı?
Bazı uzmanlara göre sendromun temel motivasyonu hayatta kalma güdüsüdür. Esir alınma durumundan kurtulamayacağı inancına kapılan kişi, zaman zaman kendine iyi davranan ve muhtaç olduğu istismarcısıyla özdeşleşme kurması muhtemeldir. (Graham L.R., 1998)

Empati ve Sempati Geliştirmek

Empati ve sempati geliştirmek tüm bu özdeşleşme sürecini gerçekleştirici olarak sayabileceğimiz önemli bir unsur. Rehine konumundaki kişiler, kendilerini esir alan kişinin bakış açısına geçerek “kurban” rolünden sıyrılırlar ve tamamen rehin alan kişinin duygusuna girer, onun düşüncelerini önemserler. Öte yandan dış dünyadan soyutlanan rehine, ihtiyaçları açısından rehin alan kişiye bağımlılık hissedebilir. Zaman içerisinde bu durum duygusal bağımlılığı da beraberinde getirir ve duygusal bağımlılık, bu esaret durumu sonlansa da devam edebilir. Nitekim Stockholm’de yaşanan banka soygununda da yaşanan tam da buydu. Esaret sonrası soyguncunun savunma giderlerini karşılamış ve hatta içerinden birisi onunla evlenmişti.
Sendromun günlük hayattaki izdüşümüne bakarsak yalnızca spesifik olarak rehin alınma durumunda değil birçok ilişki türünde karşımıza çıkan bir durumdur ve özünde Stockholm sendromuna işaret eder. Çalışan-patron, halk-yönetici, kadın erkek, ebeveyn-çocuk ilişkilerinde gözlemlenebilir. Partnerinden gerek fiziksel gerek sözlü olarak şiddet gören kadınlarda, istismara uğramış bireylerde, yoğun baskılarla/mobbinglerle iç içe olunan ortamlarda, uzun süreli mahkumluklarda yaşanma ihtimali yüksektir. Öte yandan her rehin alınma/istismar durumunda da yaşanmadığını bilmemiz gerekir.

Belirtileri şu şekilde sıralanabilir:

  • Küçük iyiliklere karşı gereğinden fazla minnet duyma
  • Şiddet mağduru olduğunu reddetme/kabullenmeme
  • Rehin alan/kısıtlayan kişinin davranışlarını makul zemine oturtmaya çalışma (akılcılaştırma)
  • İstismarcının bakış açısıyla değerlendirmeler yapma
  • İstismara uğradığı için kendini suçlama eğilimi
  • İstismarcıyı asıl mağdur olarak nitelendirme

Hastanın öyküsüne göre tedavi biçimi yapılandırılan ve DSM-V’te yer almasa da varlığı genel olarak kabul gören Stockholm Sendromu, travmatik bağlanma süreci olarak da tanımlanan bir durumdur. Bu noktada öncelik travma izlerini silmeye çalışmakta olacaktır. Travma ve travmanın yarattığı normal olmayan düşünce biçimleriyle çalışmak adına Bilişsel Davranışçı Terapi’den (BDT) yararlanılabilir. Bu sayede danışanın sağlıklı başa çıkma mekanizmaları geliştirmesine yardımcı olunur ve sağlıklı tepki mekanizmaları edinebilir.