Aşk bütün toplumlarda, her kültürde ve tüm zamanlarda var olmuştur ve hemen hemen her insanın yaşamının bir döneminde en az bir kez yaşadığı ya da yaşamayı umut ettiği bir duygusal yaşantıdır. Yürekten gelen ve dilden dökülen bir kelime vardır ‘sevgili’ genelde böyle hitap ederiz aşık olduğumuz kişilere. Anlamı; aşık olunan, sevilen kimse demektir. Aşk öyle bir kavramdır ki bu kavramın tanımı, kültürden kültüre, kişiden kişiye farklılık gösterebilmektedir. Öyle karmaşık bir duygu, düşünce ve davranışlar bütünüdür ki bunu ifade etmek satırlara dökmek bile zaman zaman insanın dilini düğümler ve zorlayıcıdır. Aşkın kesin sınırlarla çizili bir tanımını yapmamız mümkün değildir. Herkesin kendine ait bir aşk tanımı vardır. Aşk, sosyal antropologlara göre “cinsel bir tutkudur. Şairlerin özlemli ve duygulu şarkılarıdır.” Psikologlara göre, “aşk hem normal hem de nörotik olmaktır, yaratıcı ve yıkıcıdır.” Ama herkes için iyiliğin ve kötülüğün, güzelliğin ve çirkinliğin başlıca kaynağıdır. Aynı zamanda aşık olana dek, o güne kadar hiç aşık olmadığınızı anladığınız bir durumdur.

Bazı kişiler ilk görüşte aşık olur, bazıları da yıllarca aşkı arar durur. Aşkı başlatan “şey” nedir? Sadece karşıdaki kişinin çekiciliği, dış görünüşü veya davranış biçimi mi bunda etkili? Yani aşık olmak için karşı tarafın yakışıklı veya güzel ve bunun yanında çekici olması gerekli mi? Son zamanlarda yapılan bilimsel araştırmalar, çiftlerin aşkın başlangıcında bunlardan çok ilk karşılaşmalarında elde ettikleri izlenimin ve duyguların daha önemli olduğunu gösteriyor. Aşkta önemli olan bir diğer özellik de, aşkın her zaman bitmesi ya da sevgi, öfke veya nefret gibi başka duygulara dönüşmesidir. Bu kadar yoğun ve tutkuyla yaşanan bir duygunun bile zaman içerisinde yaşantılar sonucunda bitmesi, dönüşmesi ve yerini bambaşka duygulara bırakması da; insanı bazı şeyleri sorgulamaya iten ve bana göre de kişiyi hayal kırıklığına uğratabilen bir başka realitedir. Neyse ki bu duyguyu hayatta kaldığımız sürece farklı kişilerle deneyimleme şansımızın olması, belki de aşkın var olmasını güçlendiren bir başka  nitelik olarak karşımıza çıkmaktadır.

Aşka ilişkin farklı kuramcılar farklı tanımlamalar yapmıştır. Freud aşkı cinselliğin yüceltilmesi olarak, Harlow bağlanma davranışı olarak ve Fromm ilgi, sorumluluk, saygı ve anlayış olarak tanımlamıştır. Tennov ise aşkı bilişsel etkinliği devre dışı bırakan, geçici bağımlılık ve sevilen kişiye yönelik bedenin verdiği duyarlı tepki olarak tanımlamaktadır. Bana soracak olursanız aşk, toplumsal olarak var olabilmenin ve insan ilişkilerinin tamamlayıcısıdır. Kimi zaman acı veren kimi zaman tarifsiz duygular yaşatan ama her ne olursa olsun, nasıl hissettirirse hissettirsin, insanın siyah beyaz yaşamına renk katan bir duygudur. Kimine göre gereklilik, kimine göre temel ihtiyaçtır. Kişiliğimiz, bizi biz yapan bütün özelliklerimiz, aşkı nasıl yaşadığımızı ve ona nasıl bir anlam yüklediğimizi değiştirebilir. İşte bu nedenle kime soracak olursanız olun aşk için yapacakları tanımlamalar bambaşka olacaktır.

Aşkın görünen bir yüzü de vardır ki bunlar; dizlerinin bağının çözülmesi, düşüncelere dalıp gitme, ondan başka bir şey düşünememek, sürekli yanında olma isteği, kalp çarpıntısı, uyuyamama, iştah azalması, yüz kızarması gibi… birçok örnek verebileceğimiz cümleler içerir. Birisine aşık olduğunuzda karnınızı ağrıtan ve içini karıştıran o kelebekleri bilirsiniz. Savaş ya da kaç tepkisini vermemize sebep olan adrenalin fazla salgılandığında, kalbimizde kelebekleri hissederiz. Çünkü birine aşık olduğumuzda ona yakın mı dursak, yoksa ondan kaçsak mı bilemeyiz.
Sonuç olarak bir çoğumuz hayatımız boyunca sevmeyi ve sevilmeyi arzular dururuz. O halde karşımızdaki insanları gerçekten sevmeye başlamadan önce kendimizi tanımak, kendimizi sevmek ve duygularımızdan emin olmak önemlidir. Sonrasında karşımızdaki kişinin bizim sevgimizin gücünü hissetmesi zaten muhtemeldir.

Ezgi Sola